Sinan Üzerine Saçmasapan 9 Ağustos 2007 Kaynak: Arkitera Uğur Tanyeli Adamın biri otoyolda arabasıyla ters şeride girmiş. Karşıdan gelenlere rağmen kararlılıkla ilerlerken, bir yandan da polis radyosundaki anonsu dinliyormuş: “Bir sürücü otoyolda ters yönde araç kullanmaktadır. İlgililerin dikkatine...” Adam kendi kendine başını sallamış; şaşkınlıkla sormuş: “Allahım, hangi bir sürücü, hangi biri ters yönde?” İtiraf ediyorum: Fıkradaki adam benim; otoyolda ters şeride girdim ve karşıdan gelenlerin durumunu anlamakta zorlanıyorum. Üstelik sorumlusu olduğum olaydaki pozisyonum otoyolda yol açtığım aksaklıktan daha karmaşık. Kısaca özetleyeyim. Bir kitap yazdım: “Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000”. GG tarafından bir ay kadar önce basıldı. Kitap sözkonusu kurumun halkla ilişkiler şirketi tarafından basın-yayın organlarına tanıtım amacıyla iletildi. Kimileri tanıtımını da yaptılar, hatta değerlendirme yazanlar da oldu. Milliyet gazetesiyse benimle kitap konusunda bir söyleşi yapmak istedi. Kabul ettim. Kitabın yazılma nedenlerini de açıklayan bir konuşma yaptım ve bizzat edite ettim. Böylece zaten epeyi uzun olan konuşma, birincisi bilgim dahilinde, ikincisi haricinde olmak üzere iki kez kısaltılmış oldu. Başlık olarak da konuşmanın en sansasyonel kesimini bunun oluşturduğu varsayılarak, kabaca “Tanyeli’ye göre Mimar Sinan kişiliği muhayyelmiş” gibi bir ifade seçildi. Onu ise ben belirlemedim. Özetle, konuşma 463 (dörtyüzaltmışüç) sayfalık bir kitabı kısaca kamuya sunan birbuçuk daktilo sayfalık bir mini söyleşi hacminde basıldı. Ne var ki, ben bilmeden ters şeride girmişim. Ertesi gün önce aynı gazetede çeşitli “mimar akademisyenler”in ve bir de “mimar”ın itiraz metinlerini okudum. Yeni Şafak’ta bir köşe yazarı, görüşlerimin Batılılaşmanın eleştirisine soyunanların kendilerini nasıl Batılılaşmanın açmazlarından koparamadıklarına örnek olduğunu beyan etti. Pekaz kişiye verdiğim e-mail adresime Sinan’ı anlamaktan aciz olduğum, “yüce kişiliğine” hakaret ettiğim, böyle büyük başarıları tabii ki yetersiz aklımla kavrayamayacağım türünden postalar geldi. Tanıdığım bir genç mimarlık tarihçisi Arkitera’da Sinan’ı abartmak kadar azımsamanın da problem olduğu şeklinde bir kısa eleştiri yayımladı. Sinan’a ilişkin –benim söylediğimin aksine- “üç sayfa”dan fazla bilgi bulunduğunu, hafif bir deyişle, ima etti. Uzatmayayım, kervana başka yayın organları ve –eksik olmasın- Kültür Bakanı bile katıldı. Bir dizi gazete ve TV kanalından fikir belirtmem için davet aldım ve ilk ikisi dışında hepsini geri çevirdim. Şimdi bütün bu kendi gerçek şeridinde ilerleyenlere –ve dolayısıyla yaşamlarını tehlikeye attığım kişilere- benim söyleyecek ne sözüm var? Şu kadarını söyleyeyim: Yazdığım şu 463 sayfalık kitabı okudunuz mu? Bırakın okumayı, başlığının farkında mısınız? Kitap, mimarlığın aktörlerinden, yani mimari etkinliğin içinde rol oynayan modern bireylerden söz ediyor. Bunu da 20. yüzyıl bağlamında irdeliyor; çünkü modern mimar kariyeri Türkiye’de bu yüzyılda ve önceki yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktı. Ancak, kitabı okuma zahmetine katlananlar, içinde yalnız mimarların değil, amatörlerden “sokaktaki adam”a dek her toplumsal aktörün rolü bağlamında tartışılmaya çalışıldığını görebilirler. Mimar Sinan, kitabın içinde sadece ve sadece bu ülkede “modern birey” olarak nitelenebilecek toplumsal tipin ortaya çıkışı öncesinde yaşamış bir kişi olarak (bir birey değil) yer tutuyor. Derdim bir Mimar Sinan monografisi ya da değerlendirmesi yazmak olmadığı için bu doğal. Değerlendirmeye çalıştığım Sinan değil, Sinan mimarlığı hiç değil. Kitapta Sinan, daha erken 20. yüzyıldan başlayarak, Türkiye’deki mimarlık tarihi yazım alışkanlıkları içinde “sanki çağdaş bir mimarmış gibi, sanki güncel bir mimar nasıl çalışır ve düşünürse, öyle çalışır ve düşünürmüş gibi” anlatıldığı için, öyle tahayyül edildiği için gündeme taşınıyor. Bu tahayyülün genel bir toplumsal, ve ne yazık ki, aksini bilen ve düşünenlerin varlığına karşın, yaygın bir akademik kabul gördüğüne de kısaca değiniliyor. Toplumbilim ve historiyografi kavramlarından biraz haberli herkes geçmişin dünyasına, çalışma koşullarına, kişilerine vs.’ye bugünkülere benzermiş gibi yaklaşmanın tehlikelerini bilir. Örneğin, mimar olsun olmasın, “birey”in ve “özne”nin birer toplumsal konstrüksiyon olduğunun, her çağ ve yerde aynen mevcut olmadığının farkındadır. Sinan’ı olduğu gibi, adını önemsediğimiz ya da önemsemediğimiz bir “sade” mimarı da anlamak istiyorsak, içinde yaşadıkları tarih evresindeki o toplumsal kişilik konstrüksiyonlarından konuşmak zorundayız. Yazdığım kitap Türkiye özelinde bundan söz ediyor. Çağdaş dünyada mimarlıktan konuşmak içinse, önce, içinde önemli önemsiz her toplumsal aktörün rol oynadığı, herkesin özne olduğu bir üretimden bahsetmenin zorunlu olduğunu söylemeye çabalıyorum. Aynı nedenle, kitapta yer alan mimarların bile ancak bir kesimi tanınmış denebilecek kişiler. Çünkü, orada anlatılmak istenen şey, fiziksel çevreden, kentten, yapılardan, mimari-estetik kaliteden önce, yani mimarlığın nesnelerinden önce, öznelerini görmek zorunda olduğumuza işaret etmekti. Onları görmek, tanımlamak, ama ondan da fazla, o modern özneleri inşa etmek gerekliliğine bir vurgu yaptığım da söylenebilir. Peki, madem bu kadar sevilen bir sansasyona odak oluşturdum, bazı itirazcı akademisyenlerin bile anlayabileceği kadar yalın bir dille, kısaca Sinan’ın kişiliğinin neden muhayyel olduğunu açıklayayım. Önce bir soru: Sinan hakkında bilgi bulunduğunu söyleyen değerli akademisyenler, bu bilgilere dayanarak Sinan’ın bir psikolojik profilini çıkarabilir misiniz? Aşkları, aile yaşamı, açmazları, yaşadığı duygu ve kariyere ilişkin zorlukları biliyor musunuz? Çocuklarıyla, astları ve üstleriyle ilişkileri nasıldı? Daha zorlarını sorayım: Geç devşirilmiş bir adam olarak Kayseri’deki Hıristiyan ailesiyle sürdürdüğünü bildiğimiz bağlantısının nasıl bir kişilik yarılmasına yol açtığı hakkında konuşabilir misiniz? Dinini, toplumsal ortamını, etnik aidiyetini yenilemiş bir 16. yüzyıl üst sınıf Osmanlı’sının Sinan özelinde ne gibi psişik karmaşalar yaşadığı konusunda ne diyeceksiniz? Daha kolayını da sorayım: Geç devşirilmiş, ancak çocukluktan itibaren Türkçe’yi sadece konuşma dili olarak kullanan bir Kayserili Hıristiyan köylü çocuğunun Enderun’dan da geçmemişse, Osmanlıca okuma yazma bildiğine emin misiniz? Sayın uzman mimar akademisyenler, eminim uzmanlığınız sayesinde bize şu devşirmelerin Osmanlıca bilgileri konusunu aydınlatıverirsiniz: Örneğin, Enderun kökenli Sokollu Mehmet Paşa’nın bile sarayında suikaste uğradığı sırada neden katibine kitap okutturmakta olduğunu açıklarsınız. Acaba, neden elindeki metni Erken Modern Batı Avrupalı aydınlar gibi sessizce içinden tek başına okumuyordu da, sesli olarak başkasına okutuyordu dersiniz? Yine yanlış anlaşılacağı için biraz daha açıklayayım: Ben Sinan’ın veya Sokollu’nun Osmanlıca bilgisini sorgulamıyorum. Sizinkini sorguluyorum. Osmanlı mimarlığını ve Osmanlı mimarını anlamak istiyorsanız, çok geç de olsa, önce oturun Osmanlıca öğrenin. Öğrenin ki, bir 16. yüzyıl Osmanlı’sının nasıl düşündüğünü anlamaya çalışın. İkincil kaynaklara dayanmak yerine, çağlarının metinlerine başvurun. Ancak, bütün bunları yapmayı becerdiğinizde, elinizdeki veriler yine o insanların öznelliklerini, psikolojilerini anlamanızı sağlamayacak. Çünkü, o zaman göreceksiniz ki, Gelibolulu Ali gibi ender istisnaların varlığına rağmen, Osmanlı insanının “derin mahremiyet”ine kolay kolay girilemiyor. Onun içindir ki, Sinan’ın kişiliği hakkında konuşulamıyor ve sürekli binalarından bahsediliyor. Sinan hakkında konuşmaya kalktığınızda sadece yapı analizleri yapıyorsanız, konuştuğunuz konu Sinan değildir. Çünkü, o yapılarla onları “yapan” mimar arasındaki öznellik bağını kuramıyoruz. Oysa, sözgelimi Borromini ile yapılarının biçimsel özellikleri arasında mimarın kişiliğiyle, bireyselliğiyle, hatta bunalımlarıyla bağlantılı ilintiler bulmak mümkün oluyor. Bunu Sinan için ve daha sayısız Osmanlı mimarı için yapamıyoruz. Yapamayacağız da... Çünkü, onlar başka bir toplumsal ortamın, başka bir geleneğin, başka bir insan kavrayışının, başka bir inanç sisteminin içinde varlık kazandılar; İtalya’dakiler, Fransa’dakiler, Japonya’dakilerse başka... Bu saptama, Sinan’a da, çağına da, adını anmadığımız başka Osmanlı mimarlarına da değerlerinden hiçbir şey kaybettirmez. Sadece farklı oldukları anlamına gelir. Başka hiçbir şey görmüyorsanız, bari bu farklılığı görün. Ne var ki, bunu görmek için, herşeyden önce, mimarlık tarihini sadece binalara baka baka yapılan bir arkitektonik zihin alıştırması diye düşünmekten vazgeçmek gerekiyor. Örneğin, bir kelime Osmanlıca okuyamadan, gerekliliğini de aklına bile getirmeden, yüzlerce sayfalık “yeni” bir Osmanlı Mimarlığı kitabı yazan Doğan Kuban’ın çağının kapandığını kabul etmek gerekiyor. Bu yargımı, gazetelerin görüş sorduğu ve kitabı okumadan görüş bildiren diğer zevat da aynen paylaşabilir. Kendilerine saygılar sunuyorum. Unutmadan şunu da söylemeden geçmeyeceğim: İlber Ortaylı’ya teşekkür borçluyum. Bana aktarıldığına göre, atılgan akademisyenlerin aksine, görüş sorulanlar arasından sadece o, kitabımı okumadığı için görüş bildiremeyeceğini söylemiş. Bir ülkede yalnızca bunun için bile birisine şapka çıkartmak gerekiyorsa, orada akademya hakkında iyimser olmak zordur. Bana gelince, ben karşı şeride geçmeye hiç kalkışmadan ters yönde ilerleyebileceğim kadar ilerleyeceğim. Akademik adabın bu denli az dikkate alındığı bir ülkede, düz yoldan gidenlerle aynı yönde hareket etmemek bile, hatta sadece bu bile, bazen marifet olabiliyor. Yani, ne yazık ki, bu ülkede tersten gitmek hem çok daha kolay, hem daha hızlı, hem de daha ahlaki. NOT: Kitabımda ne söylemeye çalıştığımı gerçekten merak edenler, Hakkı Yırtıcı’nın Yeni Mimar’ın Ağustos sayısında benimle yaptığı konuşmayı okuyabilirler. |
|||
|