Sinan'a Saygı Kendine Saygı Mart 2007, Kaynak: www.yenimimar.com http://www.yenimimar.com/general/agenda.asp?contID=1552 Prof. Metin Sözen ile Sinan'a Saygı Projesi Zehra Tonbul: “Sinan’a Saygı” projesinin oluşum aşamasını anlatır mısınız? Metin Sözen: Yaşamım boyunca, -1950’lerden beri- öğrencilik dönemimin ardından, asistanlığımın ilk yıllarından başlayarak bazı konuların sürekli altını çizmeye çalıştım. Bunların başında, 16. yüzyılın mimarlık dünyasında büyük bir iz bırakmış Mimar Sinan gelmektedir. Çalışmalarımız sırasında, yarım yüzyıl içinde, niteliğini yitirmemiş yapılar ile birlikte, yanlış onarımları da saptama olanağımız oldu. Bu süreç içinde Sinan’ın varlığını sağlıklı belirlemek için, değişik başlıklar altında dersler açtım. Bunların başında “Mimar Sinan: Kaynakları, Çalışma Ortamı ve Eserlerinin Özellikleri” ile “Mimar Sinan Araştırmaları ve Tezkiret-ül-Bünyan” gelmektedir. Sinan konusundaki kaynaklar ve çalışma ortamı, öncelikli gündemimizdi. Yıllar sonra alanlarında başarılı olmuş genç bir çalışma grubu ile birlikte oluşturduğum “Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar Sinan” başlıklı kitabımız, 1975’de yayınlandı. Sinan ile ilgili ne kadar araştırma yapılmışsa bulmaya ve kaynakçasında yer vermeye çalıştık. Çok yönlü yaklaşacaklara başvuracakları, o günlerin olanaklarıyla tarayabilecekleri bir kaynak oluşturduk. Ardından 1988’de, ölümünün 400. yılı nedeniyle Mimar Sinan, uluslararası boyutta anıldı. Bu bir hareket getirdi. Herkesin bir Sinan çalışması vardı. Kültür Bakanlığı’nın yönlendirmesi ile o yıl bütün ulusal ve uluslararası kuruluşlara çağrı yapıldı. Yayınlar, sergiler, sempozyumlar birbirini izledi. Dünyaya dağıtılmak üzere, “Çağların Mimarı Sinan” ve “Sinan Dönemi Sanatları” adlı 2 ciltlik İngilizce kitabım yayınlandı. Fotoğraflarını Sami Güner çekti. Sergisi ise, dünyayı dolaştı. Hazırlık sürecinde farklı bir yaklaşımla birkaç kez, Anadolu coğrafyasındaki Mimar Sinan yapıtlarını görme olanağı buldum. Bu arada, TRT radyo ve televizyonlarında Anadolu Mimarlığı ve Mimar Sinan ile ilgili çalışmalarım yayınlandı. Geniş bir bilimsel katılımla üretilen “Dünya Durdukça” adlı filme ise, kitabım zemin oluşturdu. Bunlar, Sinan konusunda bizim ulusumuzun ne yapabileceğini gösteren saygılı çabalardı. İngilizce kitap, iki cilt olarak tekrar basıldı, filmler dünyayı dolaştı, ödüller aldı. Yaşamım boyunca temel çıkış noktam, araştırmalarımızın sonuçlarını yaşanır kılmak, etrafında düşünen insan sayısını çoğaltmak, onları belirli başlıklarda bir araya getirmek, örneğin Sinan gibi bir simgeyi yaşanabilir bir ortama kavuşturmaktır. Her şey çok hızlı gelişiyor. Kalıcılığı hiç olmazsa Sinan ile sağlamak, Osmanlı’nın kültürel sınırlarını Sinan ile yeniden çizmektir. Böyle bir yaklaşımla, tekrar birikimimizi hızla gözden geçirdik. Döneminde yaşamış dostu Sai Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül-Bünyan adlı yazmasının yeni bir nüshasına ulaştık. Çok değerli bu belgenin özenle tıpkıbasımını yaptık. Bugünün Türkçesine çevirdik, yeniden yorumladık. Daha sonra, çeşitli yayınevleri farklı biçimde bastılar. Kitap, aynı zamanda minyatür ve gravürlerle, 16. yüzyıl dünyasının belgelerini içeriyordu. Tüm bu birikimleri, Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nin büyük tarihi salonunda değerlendirdik, geniş bir tartışma ortamı yarattık. Kısacası, Türkiye’de herkes Mimar Sinan ile ilgili kendine düşeni yapmaya çalıştı. Temel hedefimiz, bir yandan niteliklerine uygun Mimar Sinan kaynaklarına ulaşmak-irdelemek, eleştirel bir bakış açısı oluşturmak, bir yandan da onunla ilgili yayınları tanıtmaktı. Şimdi ise hedefimiz, 16. yüzyılda onun yaptığı çalışmaları haritaya işleyerek yaygınlaşmasını sağlamak, yeniden ilgi odağı kılmaktır. Dün-bugün-gelecek açısından kaynaklara dayalı, spekülasyonlara yer vermeden, alan araştırmaları ile örtüşen bir sistematiği geleneğe dönüştürmektir. Eğer Sinan’ın yapıları bulundukları coğrafyadaki ilişkiler ağından koparılıp, etrafındaki zenginlikten uzaklaştırılarak yaşatılacaksa, böyle bir simge insanın yapılarına bile bunu acımasız yapabiliyorsak, kültürel miras konusunda sorunun büyük boyutlu olduğu ortaya çıkar. Bunun için, bir kaç temel başlık altında düşünmek gerekiyor: Birincisi, bir simge insanın kimliğini sağlıklı ortaya çıkarmak, ikincisi, onun, hangi koşullar, hangi ilişkiler, hangi olanaklarla ürettiğini tüm boyutlarıyla belirlemek ve korumak. Bugün biz onun yapılarıyla ilgili karar verirken, günümüzün koşullarından çok, döneminin koşullarını çok iyi inceleyerek, inceliklerine bakarak karar vermeliyiz. Ayrıca böyle bir simgenin, imparatorluk mimarının 16. yüzyılda hem burada, hem de dünyadaki çağdaşları ile irdelenmesi gerekiyor. Cümleleri doğru kurabilmemiz için, böyle bir süreçten geçmemiz gerekiyor. Bizler böyle bir yaklaşımla baskı grubu oluşturmaya, ortamı duyarlı kılmaya çalışıyoruz. Sinan projesini de, beraberce bu toplumda toprağın altında ve üstündeki kültürel varlıklarına farklı bir bakış açısı geliştirmek için, çıkış noktası olarak alıyoruz. Hepimiz artık, örgütlenmiş bir ortamın yarattığı Sinan’ı, günümüzün yanlış örgütlenmiş toplumunda, doğrunun bulunması için yeniden değerlendirmeye almalıyız. Eğer sen, kendi kültür değerlerini bilmiyorsan, kendi varlık nedenini tanımıyorsan, tanıtamazsın. “Dünden kalmış bir yapı nasıl işlevlendirilir” diye bakarsan, değerlendiremezsin. Eğer sen, bu birikime doğru bir örgütlenme ile süreklilik kazandıramazsan, koruyamazsın. Bunu eğitim ortamına aktaramazsan, sürekliliğin olmaz. Bir yapının çevresindeki onu var kılan doğal değerlerini yok edersen, çevresindeki coğrafyayı yok edersen, yaşatamazsın. Özgün bir yapının yaratılmasının temel kaynağı nedir? Zengin çeşitliliğe dayalı coğrafyasının verdiği güçtür. Eğer ormanından kültür yollarına kadar ne varsa yok ediyorsanız, o zaman bu süreçte bir sıkıntı var demektir. Bu sıkıntının yalnız Sinan ile ortaya konmasının yeterli olmadığını söyleyebilirsiniz. Ama bizler bugüne kadar yaptıklarımızla hangi kavramları geliştiriyoruz? Hangi kavramlarla Sinan’ı değerlendiriyoruz? Bu ve benzeri sorulara inandırıcı cevap aramalıyız. Doğal değerler yitirildiği zaman, doğal değerleri zenginlik olarak kullanan insan zedelenir, gelişecek kültür yara alır. Demek ki, doğa-insan-kültür arasındaki ilişkiyi anlamak için, bir şeylerin var olması gerekiyor. Hiç kuşkusuz, Sinan birikimli bir coğrafya buldu. Kendinden önceki farklı inançlar içinde yaratılmış varlıklara doğru yaklaştı; onları bir deneyim alanı olarak gördü; bunun üstüne ne koyabileceğini kendisi Hassa Mimarlar Ocağı’nda beraber çalıştığı kimliklerle cevap vermeye çalıştı. Bir de coğrafyasında ve yüzyılında buna olanak sağlayan ortam vardı. Orduyla birlikte doğuya, batıya, çeşitli ülkelere gitmesiyle, farklı coğrafyaları, farklı coğrafyalardaki ürünleri tanıma şansı buldu. Sinan bunlardan gelenek içerisinde kendine akıp gelen değerleri seçebilme, değerlendirebilme, üzerine bir şey koyabilme şansını yarattı. O yüzden “Çağların Mimarı Sinan”, “Çağdaş Sinan” diyoruz. Yani yöntemi çağdaş. Niye? Sürekliliğe inanıyor. Geçmiş değerlerin hepsini gözden geçirme olanağı sağlıyor. Bugünkü “Sinan’a Saygı” projesi, önce anlamaya, bilgiye, bu bilgiden bilince ulaşma projesidir. Buradan kalkarak toplumumuza, gelişerek günümüze akan değerleri gösterebilme şansını yaratmak istiyoruz. Herkesin bir “görev alma şansı var” demeye getiriyoruz. İnsanın yaşadığı, İstanbul gibi böyle bir dünya kentinde, simge değerlerin etrafında ne var ne yok diye bakması gerekir. O yüzden sıkıntılı dünyamızda, bugünün insanının ilgisizliğini de dikkate alarak, belli yollar seçtik. Bu bakımdan önce kentini tanımasını istiyoruz. Bu, salt bir Sinan gezi yolları haritası değil. İnsanın yaşadığı, okuduğu kenti bir öğreneyim dediği zaman, gezebileceği alandır. Bakabilsin, kentin sorunları ile karşı karşıya kaldığı zaman oradaki yaşama şansını görsün istedik. Örneğin yapıtlarıyla, çarşı bölgesindeki Sinan’ı görsün. Uzayan giden yollardaki Sinan’ı görsün. Aradaki farkı görsün. Sonunda düşünsün. Hangi topraklarda yaşadığını biraz daha fazla anlasın istiyoruz. Sinan’ın dönemdeki Türk imgesinin oluşumuna katkıları sizce neler olmuştur? Bunun günümüzdeki yansımaları sizce nelerdir? İsviçre’de belgesel film yarışması vardı. Biz de Sinan ile ona katıldık. Mario Botta da jüri başkanı idi. Yarışmanın çeşitli kategorileri vardı. Sonunda bizim ürettiğimiz iş gösterildi. Mario Botta dedi ki, bu derecelendirmeye girmez, özel ödül verelim. Özel ödül verildi. Gerekçesini de bana şöyle açıkladı: “Bizim ödüllerin yanında bu büyük varlık için birinci, ikinci demek olmaz. “ Böyle büyük bir insanın varlığını özelleştirmek istediler. Birikimli insanlar, dünya mimarlığına veya sanatına baktıkları zaman, bulunduğu coğrafyanın olanakları ile geçmiş kültürün ona verdiği değerleri yalınlaştıran ve onu sağlıklı bir zemine oturtan insan aradıkları zaman, karşılarına Sinan çıkıyor. Doğal olarak her şeyin hızla değiştiği ve acımasızca zedelendiği bir dünyada “Sinan’a Saygı” projesinde kalıcılığa ulaşmayı, onu sürekliliğe dönüştürmeyi hedefliyoruz. Bu açıdan bu tür yaklaşımları olan insanlar Sinan’a karşı eleştirel bir gözle bakıyorlar. Önü açık bir dünyaya sahipseler, “Sinan’da yakalayacağımız çok değer var” diyen bir tavırla yaklaşıyorlar. Örneğin İtalyanlar, rölövelerini yaptıkları eserlerini veya bizim yaptıklarımızı gözden geçirerek değerlendirdikleri çizimler ile yeni anlatım teknikleri ile dünyayı dolaşan sergiler yaptılar. Akdeniz kültür coğrafyasında çok güçlü ilişki kurabilecekleri Sinan’dan yararlandılar. Demek istiyorum ki, eğer birikimli ve tarafsız bakıyorsanız, Sinan’ın çevresinde geniş bir dünya oluşuyor. Bu nedenle Sinan doğru öğrenilsin diye, onun doğduğu günden itibaren ne gördüğünü ortaya koyan bir süreci ben önemli buluyorum. 9 Nisan’da eğer yolunuz düşerse Ağırnas’a, farklı bir ortam göreceksiniz. Onun ilk yıllarını geçirdiği coğrafyadan başlayarak, katıldığı seferleri, ürettiği coğrafyayı adım adım izleyeceğiz. Şimdi giderseniz, Ağırnas’ta Sinan ile ilgili her taşın ayağa kalktığına tanık olacaksınız. Orada Sinan’ın torunlarının oturduğu ev, Mimar Sinan Müzesi. Çevresiyle birlikte yaşatmaya çalışıyoruz. Altından kocaman bir kent çıkıyor. O kente indik. Yüzyılları geriye götürerek iniyoruz aşağıya. Temizledik ve açıyoruz. Kısacası, büyük kentlerde “oturarak” bu büyük kültür örgütlenemez. Kaynağa dayanmadan, süreklilik olamaz. Genç kuşak da bunu içinde duymadıkça, kimlik yoksunu yeni bir kuşak gelir oturur. O yüzden olaya çok yönlü bakıyoruz. “Sinan’a Saygı” sıradan bir yol haritası değildir. Bir toplumsal gelişmenin ve sürecin yoludur. Bugünkü mantıksız-akıldışı davranışlar, eğitim eksiklikleri, gelecek kaygıları, bütün bu kalıcı olaylara bakış açımızın körlüğünden kaynaklanıyor. O yüzden bizler, çok sivil olaya yaklaşmaya çalışıyoruz. Bu konulara duyarlı çeşitli kesimleri bir araya getirmeye ve sürekli “ben” diyen insanlara karşı da, “biz” demeyi öğrenin demeye çalışıyoruz. Çünkü Sinan bir örgütün başı. Onu, çevresini yetiştirdiği oranda başarı göstermiş bir kimlik olarak da gündeme getiriyoruz. Bu yüzden Sinan’a, salt bir mimar, coğrafyasına duyarlı bir plancı gibi bakan insandan çok, bulunduğu çağın değerlerini bilen, iradesini bu yolda kullanan insan olarak bakıyoruz. Nereye ne kadarını yapabileceğini bilen, akıllı-birikimli bir insan olarak bakıyoruz. Bir örgütün başı olmak kolay değil. Nitelikli çalışarak güç kazanmayı öğrenmiş bir insan. Kimliği konusunda söylenebilecek çok az, fakat kimliği etrafında söylenecek çok şey var. Doğulu sanatçıların kimliklerini ayrıntılı bilemiyoruz. Siz biliyor musunuz Baki’yi, Nedim’i? En çok yine de Mimar Sinan’ı biliyoruz. İşte bu kimliği açıklamanın bir yolu, doğduğu yerden başlayarak izlemektir. Anlamlı bir yürüyüşe çıkmaktır. İnanınız bunu, her gün anlamsız gündem oluşturan çevrelerden uzak yapıyoruz. Gereği de yok. Atlas dergisi ile yaptığımız işin özü, herkesin elinde sağlıklı bir bilgi olsun, yarın belki bakış açısı değişir, duyarlılığı artar diyedir. Bu büyük kültürü halkla birlikte çözemezseniz zaten olmaz. Entelektüel çerçeve, entelektüel düzey çok önemlidir, ama yetmez. Sinan’ın coğrafyasını gerektiği kadar araştırmadıkça olmaz. Bu yaşta ömrümün yarısı yollarda geçiyor. Niye? Bu soruların cevabı Sinan’da saklı. O da aynı yolu izlemiş. Bu açıdan Ağırnas’tan başlayarak, bütün onun yapıtlarının olduğu yerlere ilgiyi çoğaltmaya başladık. İstanbul’un arkasından Trakya çıkacak. Üçüncüsü Anadolu olacak. Dördüncüsü, gerek belgesel film çalışmalarım sırasında, gerek diğer nedenlerle gittiğim Balkanlar. Belki ona Kırım’ı ekleriz. Ortadoğu ile bitireceğiz. Demek ki biz görevimizi yapmaya çalışıyoruz. Somut, öncelikli görev, mimarların çok yönlü bakış açılarını geliştirmeleri. Zemini olmayan bilgiye dayanarak konuşma yapmayı, sınırlı tutmaları. Ve “ben biliyorum” sözcüğünü sık kullanmamaları. Her gün yeni bir şey öğrenmek zorunda olan kimliklerle karşılaşmamız gerekiyor. Bu bakımdan Sinan, tek boyutlu bir saygı odağından çok, çok yönlü bir yaklaşımla algılanan, algılandıkça saygının büyüdüğü-odaklandığı bir kimlik olsun istiyoruz. Bugünü yargılamak için Sinan’da kullandığımız yöntemi aynen denemek gerekiyor. Bizlerin içinde bulunduğu eğitim kurumlarından yetişen veya başka bir coğrafyada mimarlık ve şehircilik okumuş arkadaşlarımızın uygulamalarında Sinan’a yaklaşımlarında koşutluklar var mı tam olarak bilmiyorum. Sinan’ın temel ilkeleri, olmazsa olmazı: Kaynağı doğru kullanma, bulunduğu çevreye dikkat, işleve özen, zamana dayanıklı malzeme seçimi. Günümüzde de böyle ürünler var. Ad vermek istemiyorum. Ancak, birbirinden niteliksiz yapılarla kentsel dokular kayboldu, dün-bugün ilişkisi koptu. Şimdi bu ortamda ürün vermek isteyen kişinin bu ortamla hesaplaşması gerekir. Sinan’ın varlığı burada önemli. Bu açıdan bakıldığında, öykünmeyen, hesaplaşmayı göze alan, kalıcı değerlerle ilgili verileri iyi tasarlayanlar, akıp gelen geleneksel sürecin içinde demektir. Geçmiş-bugün-gelecek bağını bir yana atmamış, yorumlama birikimi olan ve bu yorum ve bilgiyi ürüne dönüştürürken, becerisini kanıtlayanlar var. Örneğin, Sinan’ın külliyelerinde olduğu gibi bir doku yaratmak, kentte yeni bir yaşam alanı yaratmak, çok önemli. Bırakınız anıtsal yapıları, Süleymaniye başlı başına bir kenttir. Sıbyan Mektebi’nden tıpla ilgili yapılara, konaklama yapılarına kadar her şeyi ile kentte ağırlıklı bir nokta yaratmaktadır. Değişik işlevleri ilişkilendirirken nasıl birbirlerini güçlendireceklerini düşünen, bulunduğu arazinin konumunu iyi hesaplamış, görsel zenginliğini kent bütünü içinde doğru kullanmak isteyen bir yaklaşım, bugünün mimarisi için de önemli bir girdi içermektedir. Artık küreselleşen dünyada çok farklı tasarımlar gelişiyor. Olacak ama, siz kentsel doku içinde bir şey yapıyorsanız, doku ne kadar yıpranırsa yıpransın bir varlık göstermek istiyorsanız, şu demin saydığım başlıklar içerisindeki girdileri sağlamak zorundasınız. Bu süreçte ütopyalar da önemlidir. Çağın teknolojisi ütopya yaratmaktadır. İki gün sonra o ütopya gerçek olmaktadır. Kesin bir şey söylemek mümkün değil. Sinan nasıl o günkü teknolojilerin içinden en kalıcı olanı bulmaya çalıştıysa, bugün de sağlam kalıcı değerlerle yüklü yapılar üretiliyorsa, aralarında koşutluklar var demektir. Mimarlık tarihimize dair koruma problemlerinin başlıcaları sizce nelerdir? Türk mimarlığını tanıtmanın Sinan dışındaki figürleri neler olabilir? Sinan’ı siz ağırlıklı bir örgütün başı olarak görürseniz, bu süreçte başka kimliklerle de karşılaşırsınız. Sinan kendisinden öncekilerin bıraktığı değerleri iyi saptıyor ve hatta bazen değişik boyutlarda tekrarlıyor. Demek ki, geçmiş değerlerin varlık nedenini özümseyen bir tavrınız olursa, öğrenme çizginiz büyüyor. Sorunuzu Sinan sonrasında ne oldu, böyle kimlikler var mı diye soruyorsanız, Sinan’daki durum şunu da söylemenizi gerektiriyor: Bir kere Sinan, öncesiyle ilgili birikimlerin yeniden değerlendirilmesine yol açıyor. Bunu yaptığı için de aşağı yukarı değişik işlevli yapıların hepsini değerlendirmeye çalışıyor. Örnek vereyim, Amasya’da Kapı Ağası Medresesi vardır; sekizgendir. Burada İstanbul’da Rüstem Paşa Medresesi’nde de deniyor, dönemin teknolojisi ile yapım teknikleri ile. Bundan kaçmıyor. Bütün bu denemelerinde geçmiş değerlerin tamamını içeren bir yaklaşımı var. Olanaklı bir dönemde de yaşadığı için, bunu geniş bir çizgide uygulama şansı da yaratıyor. Kendisinin çok altını çizmediği noktaları, daha sonra onu izleyen mimarlar geliştiriyorlar. Diğer bir önemli nokta, zamanla Osmanlı imparatorluğu’nun dünya ilişkileri değişiyor. Akdeniz ve Balkanlardaki ilişkiler içinde, Rönesans ve sonrasının geliştirdiği akımlar ile Sinan’ın 16. yüzyılı örtüşüyor. Barok, Rokoko, Ampir gibi üslupların yaygınlaşması, Akdeniz’deki ticaret ekonomisinin değişmesi, Osmanlı ekonomisindeki inişler çıkışlar, geriye dönüş hareketinin başlaması, Balkanlar’ın kaybedilmesi süreci içinde bu sürecin başka bir evresine rastlıyoruz. Bu evrede Sinan’ın klasik mimari dediğimiz yapısıyla Barok ve Rokoko’nun getirdiği değerleri özümsemeye çalışan, yeniden yorumlayıp sindirmek isteyen kişiler çıkıyor. O yüzden Sinan ile başlayıp, Sinan ile bitirmek yanlış olur. Ne aldı, üstüne ne koydu, geride geliştirilsin diye ne bıraktı sorusunu hep sormalıyız. Devletin istekleri ve eğilimleri bir yerde durmamıştır, önemli olan budur. Demek ki değişime koşut olarak mimarlar da değişmişlerdir. Ve onlar da alacak ve vereceklerini bir çerçeveye sokarak süreklilik sağlamışlardır. Bugün kentlerde yaratılan ortam kötüdür dememizin nedeni, doğrular önümüzde dururken yanlışı çoğaltmamızdan kaynaklanıyor. Toprağı yanlış kullanmamızdan, küçük çıkarlar dünyasına tutsak olmamızdan kaynaklanıyor. Bu ortamla karıştırmayalım. Karıştırmazsanız, bir süreklilik ve dünyadaki gelişime gözünü kapamayan bir Osmanlı mimarlığı var. Sonrasına gelince, Hassa Mimarlar Ocağı uzun bir süre varlığını sürdürüyor. Ardından 19. yüzyılda yabancı mimarların görev aldığı bir dönem başlıyor. Raimondo D’Aronco’nun İstanbul’daki çalışmaları bunun bir örneği. Dokuya uygun doğru bir davranış biçimi göstermiş. Beğeni ve istekler arasında bağ kurabilmiş. Ama bunun da zemini geçmişteki büyük mimarlık ortamının sahibi olmamızdan kaynaklanıyor. İstanbul’da başınızı kaldırdığınız zaman, sizi hemen etkileyecek sayısız mimarlık ürünü var. Bundan etkilenmeden, bunun varlık nedenini hiçe sayarak bir yere varamazsınız. Bir oranda başarısız olursunuz. Birinci ve İkinci Ulusal Mimarlık akımlarının egemen olduğu 20. yüzyılın ilk yarısında, Batıdan gelen değerlerle geçmiş değerlerimiz arasındaki ilişkide yeni bir yaklaşım, yeni bir yorum getirebilir miyiz kaygısı var. Kemaleddin, Vedat, Ali Talat, Muzaffer beylerin ürünleri, o yüzden, bazı süpürücü kolay yargılarla geçmişe öykünme diye bakılabilir. Bugün hâlâ onların yapıtları yaşıyorsa, bir iz bırakıyorsa, onları dönemin düşünce yapısı içinde yargılayalım. Sinan’da izlediğimiz yöntemle, 16. yüzyıl olanakları ile aldığı, üstüne koyduğu ve geride bıraktıkları ile yargılayalım. Toplumsal değişimi göz ardı etmeden bakalım. Biz soyutlayarak baktığımız zaman yeni bir şey söylemiş, farklı sözler söylemiş gibi oluruz, ama kendimizi inandırmakta güçlük çekeriz. Gezi yolları ve tanıtım kendimize yönelik bir tanıtım mı yoksa yabancılara yurt dışına yönelik bir tanıtım fikrini de içeriyor mu? Bizim burada ÇEKÜL’de 5 temel başlık var: Doğal varlıkların korunması, kültürel varlıkların korunması, bu ikisini içeren bir eğitim sisteminin kurulması, bununla donatılmış bir örgütlenme ve tanıdıktan-ürettikten sonra tanıtımın sağlanması. Bilmediğin, boyutlarını ve sınırlarını çizemediğin bir şeyi nasıl tanıtırsın? O yüzden “Sinan’a Saygı” projesinde önce bizim bilinçli-birikimli-özverili kimliklerle bilginin sahibi, yaşatıcısı olarak kendimizle ilgili bölümü çözmemiz gerekir. Gerçekten bunu yaptığımız zaman, her zaman gördüğümüz gibi kendiliğinden evrensel boyuta çıkabiliriz. Çünkü hangi niteliklerinle uluslararası boyuta çıkacağını biliyorsun: Eksiğini gediğini gözden geçirmişsin, değer ölçülerini belirlemişsin. Nitelikli olmayan bir ürünün uluslararası boyutta gezinmesi çok zor. Üstelik dünyamız bir rüzgâra kapılmış gidiyor. Tüketim ekonomisinin, küreselleşmenin getirdiği zavallılıklar, magazin dünyasında dolaşabiliyor. Kafaları da karıştırabiliyor. Onların izlediği yöntemleri kullanırsak etkisi bir gün sürer. Sinan ve benzeri kimliklerin varlığı bir günlük dalgalanmaların konusu değildir. Kalıcıdırlar. Saygılı olmayı gerektirir. Tanımak, özümsemek, ona uygun örgüt kurmayı gerektirir. Bütün üniversitelerin, mimarlık okullarının programlarına simge değer taşıyan yaratıcıların bıraktıkları ile ilgili kendini tanıma dersi konmalıdır. Tanıdıktan sonra tanıtım çok kolaylaşır. Şu anda ÇEKÜL Vakfı’nın değişik ölçekte 115 yerleşme yerinde, bu konularda çalışan temsilcileri var. Her kuşaktan insan var. Üniversitelerde bu konulara duyarlı kimlikler var. Kendiliğinden bir ağ oluşuyor. 215 yerleşim yerini içeren Tarihi Kentler Birliği, artık büyük bir güç odağı olmaya başladı. Farklı kavramlar, farklı yaklaşımlar egemen olmaya başladı. Bu ortamlarda artık kişisel çıkara yer olmamalı, Sinan ve benzeri kimliklerle sağlıksız ortamı iyileştirmeye yönelebilmeliyiz. Bu bir çağrı: Türkiye’nin yeniden örgütlenmesi, kimliğini yeniden tanıması, küreselleşmenin getirdiği kafa karışıklıklarına karşı Anadolu uygarlığının kimlikli yapısını varlık nedeni görenlere ortak değerlerde buluşma çağrısı. Sinan’dan ne çok soru, ne çok sonuç çıkıyor. |
|||
|