Kubbeyi Yere Koymamak Mimarca Değinmeler 10 Gürhan Tümer “Kubbeyi Yere Koymamak”, Turgut Cansever’ın kitaplarından birinin adıdır. Cansever, o kitabında, konut sorunu, cami mimarisi, kentlerin planlanması, kentlerin korunması gibi, somut, pratik birtakım konuların yanısıra, İslâm Dini, İslâm Felsefesi ile mimarlık arasındaki ilişkiler gibi kuramsal, aşkın birtakım konulara da yer verir. Bu meslektaşımızın bu sorunlara, özellikle de ikinci tür, yani dinsel, felsefi boyutları ağır basan konulara ilişkin savları, hayli ilginç, ama bir o kadar da tartışma götürür niteliktedir. Bu yazımda, böylesine geniş kapsamlı bir tartışmaya girmeyi öngörmediğimi hemen belirtmek isterim. Bu saptamadan sonra, sözümü “Kubbeyi yere koymamak” deyimini çok sevdiğimi söyleyerek sürdüreceğim. Evet, ben de kubbenin yere konmaması gerektiğine inanıyorum. Evet, kubbe yere konmamaldır; çünkü o, çok eski, oldukça yaşlı, hayli kutsal ve çok görkemli bir mimari öğedir. Bu mimari öğenin, asıl yeri, asıl mekânı, anavatanı olan gökyüzünden indirilip, yerüzüne konulduğunu düşündüğümde, aklıma hemen, Baudelaire’in, “L’albatros” başlıklı şiiri geliyor. Bilenler bilirler, şair, o şiirinde, geniş kanatlarıyla, açık denizlerde, sonsuz gökyüzünde, büyük bir ustalıkla uçan, büyük bir zarafetle süzülen bu deniz kuşunun, karaya vurunca, o kocaman kanatlarını ne yapacağını, onları nasıl kullanacağını bilemez hâle gelerek, birdenbire nasıl beceriksizleşip hantallaştığını, bu hüzünlü durumu anlatır. Bence aynı durum, yere konan, yani tıpkı albatros gibi karaya vuran kocaman bir kubbe için de geçerlidir. Öyle bir kubbe, yukarılarda, olması gereken bir yerlerde, örneğin Ayasofya’nın ya da Selimiye’ nin tepesindeyken, insanı çok etkiler ama, yere konulduğunda, insanlara ayakbağı olur ve tıpkı dalından koparılmış bir çiçek gibi solup gider. Mimar olsanız da, olmasanız da, siz siz olun, gerçek ya da mecaz hiçbir kubbeyi, hiçbir zaman, asla yere koymayın. Mimar Sinan’ı Ayağa Düşürmek Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris’ten yazdığı bir mektupta, bu kentin havasının kötülüğünden, daha somut olarak, Paris’in “namussuz hava”sından yakınır; başının üşüdüğünü söyler ve “Niye sanki bir bere almadım?” diyerekten hayıflanır. Yine aynı mektuptan öğrendiğimize göre, “Beş Şehir”in yazarı, “Işık-Kent” Paris’ten bere almamıştır ama, “hârikulade”, “hârika” bir İngiliz ayakkabısı almıştır. Tanpınar, bu “sarı, bilmem ne derisi” ayakkabılarını o kadar sevmiştir ki, onları her an görmek, büyük bir olasılıkla, başkalarının da görmelerini sağlamak için, hep ayak ayak üstüne atarak oturmaktadır. Ama bu mektubun, beni özellikle etkileyen, özellikle ilgilendiren bölümü, bunların hiçbiri değildir; benim bu yazımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın o mektubundan söz etmemin nedeni, onun, o mektupta, bir çift “yumuşak eldiven” gibi rahat olan o ayakkabının, “adeta bir ayakkabıcı değil, usta bir mimar, bir çeşit Sinan tarafından yapılmış hissini” verdiğini yazmasıdır. Tanpınar’ın bu sözleri, bir anda, kafamda birçok düşün, birçok düşüncenin uyanmasına neden oldu. İşte bunların kimileri: Vitruvius’u anımsadım en önce, çünkü, o, bilindiği gibi, mimar adaylarının, yalnızca mimarlıktan değil, felsefe, gökbilim gibi daha başka dalların ürettikleri bilgilerden de haberdar olmaları gerektiğini, bundan 2.000 yıl önce belirtmiştir. Sonra, yine bilindiği gibi, Sinan’dan sonra mimarbaşı olan Sedefkâr Mehmet Ağa, adı üstünde , aynı zamanda bir sedef ustasıdır ve Sinan’ın kendisi de, mimarbaşı olmadan önce, yayabaşı, zemberekçibaşı olmuştur. Öyleyse, bu büyük tasarımcı, pekâlâ ayakkabı da tasarlayabilirdi ve eğer Osmanlı’da öyle bir kurum bulunsaydı, pekâlâ ayakkabıcıbaşı da olabilirdi. Eğer öyle olsaydı, o zaman bizler de bugün, Sinan’ın tasarlayıp gerçekleştirdiği camilerin, külliyelerin yanısıra, bu dehanın tasarlayıp gerçekleştirdiği ayakkabılara da sahip olacaktık. Bütün bunları hemen, bir çırpıda, bir nefeste söyleyip yazdıktan sonra, “Acaba Tanpınar, ayakkabı ile Sinan’ bir araya getirerek, hep baş üstünde tutulan koca mimarı ayağa mı düşürüyor ve acaba ben de, bu konuyu Mimarca Değinmeler”e taşıyarak, bu suça ortak mı oluyorum?” diye sormaktan kendimi alamadım. Sonra, bu soruları şöyle yanıtladım: “[Sinan’ın] asıl şaşırtıcı tarafı yaratıcılığındaki genişliktir. Herkes Şehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye’nin aydınlık boşluğuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüşü ile, İstanbul’un bir tarafını, Boğaz’ın yarısına kadar doldurur. Oradan, velveleli bir uçuşla eski payıtahta, Edirne’ye geçer, Selimiye’nin mücevher çağlayanlarını kurar […] Kimbilir, bıraksalardı, imparatorluğun kendisi kadar geniş ve zengin sanatı, belki de bütün İstanbul’u, yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina hâlinde işler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aşan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer galerilerle birbirine bağlar; aralarından büyük ağaçları, yeşilliği bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, şifahanelerini oturtur; taştan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya indirirdi”. Evler ve Söylemler Evler çeşit çeşittir. Safranbolu evleri Amsterdam evlerine benzemez. Bir cam ev ile, Çatalhöyük kazılarında ortaya çıkmış olan bir ev arasında dünyalar kadar fark vardır. Evlerle ilgili söylemler de çeşit çeşittir. Söz evlerden açıldığında, Sedat Hakkı Eldem başka söyler, Le Corbusier başka. Yazarı Heidegger olan bir ev kitabıyla, yazarı Wright olan bir ev kitabı aynı olamaz. Aşağıda, bu savımı, somut örneklerle kanıtlamaya çalışacağım. Kimileri teşbihler yapmayı, yani bir şeyleri bir şeylere benzetmeyi severler. Bu gibilerin kimileri, evleri çeşitli şeylere benzetirler. Le Corbusier bir evle bir makine arasında temel bir benzerlik görürken, James Joyce, “Dublinliler” adlı romanında, Küçük Chandler’in, Gırattan Köprüsü’nü geçerken aşağıya baktığında gördüğü, “bodur, zavallı” evlere acır ve onları “nehir kıyısına gelip, omuz omuza oturmuş […] bir serseri çetesine” benzetir. “Golem” Yahudi mitolojisinde karşımıza çıkan bir robotun adıdır. Yüzük taşı oymacısı Pernath Usta’ nın yapıtı olan bu robotun, deyim yerindeyse memleketi, anavatanı , Prag’daki Yahudi Mahallesi, daha doğrusu, Yahudiler’in bir bakıma hapsedildkleri gettodur. Bu ürkütücü yaratıktan burada söz açmamın nedeni, Avuturyalı yazar Gustav Meyrink’in, “Golem” adını taşıyan yapıtının “Prag” başlıklı bölümünde, bu kentteki evlerle ilgili olarak , şunların söylenmiş, şu benzetmelerin yapılmış olmasıdır: “[…] Bezgin yaşlı hayvanlar gibi, yağmur altında,yan yana dizilmiş duran renksiz evlere baktım. […] Hiç tasarlanmadan yapılmış olarak duruyorlardı orada, tıpkı kendi kendine biten yaban otları gibi […] İleride, eğri köşeli alnı dışarı fırlamış bir ev, yanında bir başkası, sivri bir diş gibi öne çıkmış”. Az önce, dünyadaki evlerin çeşitliliğinden söz etmiştim. Bunların içinde bir tanesi vardır ki, ötekilerden çok farklıdır. O, içinde doğduğumuz evdir. Filozof, fenomenolog Gaston Bachelard’ın bu evlerle ilgili söylemi şöyledir: “İçinde doğduğumuz ev, anıların ötesinde, fiziksel olarak içimize kaydedilmiştir. Bir organik alışkanlıklar kümesidir. Aradan yirmi yıl bile geçmiş olsa, birbirine benzeyen onca merdiven çıkmış da olsak, doğduğumuz evde, o "ilk merdivenin” reflekslerini yeniden kazanırız, ötekilerden biraz daha yüksek olan o basamağa, eskiden olduğu gibi, yine takılmayız”. Ülkemizin yetiştirdiği sayılı aydınlardan biri olan Sabahattin Eyuboğlu ise, “Yeni Konut ve Psikoloji” başlıklı yazısında, eski evlerle yeni evleri kıyaslar, birincileri ikincilere yeğlediğini şöyle ortaya koyar: “Yeni adamın konutu beyaz bir kâğıt kadar çıplak, bir geometri kadar soyuttur. Ne damında duyguların yuvalanmasına elverişli bir üslûp, ne de yalçın duvarlarında anıların tutunacağı bir kıvrım ya da bir leke. Eski ev, içinde yaşayanların bütün görüşlerine bir renk ve bir biçim verebiliyordu. Eski ev, bir çamaşır dolabı gibi, sahibinin ruhuna benziyordu. […] Yeni konutun kişiliği yoktur […] Yeni konutta, sahibinin ruhu ve sahiplik iddiası sezilmez. Kişiliği olmayan bir eve, hiç kimsenin “Benim” demeye dili varmaz. Apartman katları, iki Ford otomobil kadar birbirine benzemektedir. Birinci katın kiracısı bir akşam şaşırarak ikinci kata girse, yatağına uzanıncaya kadar, yanlışlığın farkına varmayabilir.” Peki, asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ve “The Adventures of Tom Sawyer” (“Tom Sawyer’in Maceraları”), “The Adventures of Huckleberry Finn” (“Huckleberry Finn’in Maceraları”) adlı romanlarıyla ve bir de mizahçılığıyla tanınan Mark Twain’in , evlere ilişkin söylemleri yok mudur? Elbette ki vardır. Bunlardan biri şöyle özetlenebilir: Bu ünlü ve şakacı Amerikalı yazara göre, Tanrı, dünyayı yaratırken çok acele etmiştir; bu nedenle bu dünya eksikliklerle doludur; insanlar onun orasını burasını sürekli olarak tamamlamak, onarmak zorunda kalmaktadırlar. Mark Twain’e göre, aynı şey evlerin yapımı söz konusu olduğunda da geçerlidir. Böyle aceleyle inşa edilen bir evde birçok şey, örneğin süpürge dolabı unutulabilir. Bu arada şu saptamayı yapayım: Bilindiği gibi Tevrat’a göre, Tanrı dünyayı, bu koskoca dünyayı, topu topu 6 günde yaratmıştır. Yine bilindiği gibi, ülkemizde gecekondular, ama bugünkü çok katlı apartman biçimindeki sözde gecekondular değil, 50’li yıllardan kalma “gerçek” gecekondular, gerçekten de bir gecede inşa edilmişler, araziye bir gecede kondurulmuşlardır. Şu satırlar ise, Lewis Carroll’un, “Alice Harikalar Ülkesinde” adlı ünlü kitabından alınmıştır: “[Alice] pek o kadar uzun yürümemişti ki, Mart Tavşanı’nın evi gözüktü. Bunun, Tavşan’ın evi olacağını tahmin etti; çünkü evin bacaları tavşan kulağı biçimindeydi, damı da tavşan kürküyle kaplanmıştı. Son olarak, Oktay Rifat’ın, “Harç Çeken İşçiler” başlıklı şiirinden birkaç dize: “Harcını çekiyorlardı yapının, Ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru”. |
|||
|